Ahmet Kaya’nın 1957 sonbaharında doğduğu şartlar düşünüldüğünde, ömrünün çoğunu
sonbaharlarla geçireceğini tahmin etmek pek de güç değildi aslında. Ne kumaş fabrikasında
işçi olarak çalışan babasının dünyayı değiştirmek gibi bir iddiası vardı ne de doğduğu
şehir Malatya’nın ve ailenin kırk metrekarelik evinin dünyanın güzelliklerini rahatça
görebilecekleri bir penceresi. Belki doğanın her türlü nimetiyle onurlandırdığı
topraklardı doğduğu topraklar; ama dünyanın o yöresinde görülebilecek pek bir güzellik
yoktu o yıllarda. İkinci Dünya Savaşı’nın iyiden iyiye yoksullaştırdığı Türkiye,
küçük Ahmet’in doğumundan üç yıl sonra cumhuriyetin ilk büyük askerî darbesine şahit
olacak, idam sehpalarında başbakanlarını, bakanlarını görecekti. Otuz dört yıllık
genç cumhuriyet, çok büyük acılara gebeydi. Binlerce yıldır din uğruna, altın uğruna
ve hatta bazen bir kadın uğruna onlarca ırktan milyonlarca insanın kanının döküldüğü
Anadolu topraklarının acısı dinmeyecekti kim bilir kaç yıl daha.
Beşinci ve son çocuktu Ahmet. Babası Adıyaman’dan Malatya’ya iş bulmak uğruna göç
etmiş bir Kürt, annesi çocuklarını namuslu ve iyi yetiştirmeye çalışan bir Türk’tü.
Türkiye’nin o yıllardaki özeti gibiydiler yani biraz. Ahmet’in otoriteyle uyuşmazlığı
daha dört-beş yaşlarında iken sokakla tanışmasıyla başladı. Sakin ve kendi halinde
yaşayan ailenin dünyayla çatışan, dışa dönük ve disipline edilemez bireyiydi o.
Sinemaya gidebilmek için dedesinin ayvalarını manava satıyordu bazen, bazen mahallenin
başıboş eşeğine binip zamanın en ünlü gazetesinde günlük bant olarak yayımlanan
çizgi roman kahramanı Kara Murat olup kötüleri kılıçtan geçiriyordu.
Müziğe olan ilgisini keşfeden babası, Ahmet henüz altı yaşındayken nerdeyse boyu
kadar bir bağlamayı doğum günü hediyesi olarak eve getirdi. Ailenin yemek parasından
artırılıp alınan bu bağlamanın engellenemez bir fırtınanın ilk esintisi olduğunun
kimse farkında değildi elbette. Sanki bir uzvu eksik doğmuştu da Ahmet, o bağlama
eve gelince tamamlandı vücudu.
Birkaç ay içinde bağlamadan çıkardığı seslerle tüm aileyi bıktırdı. Oysa ona göre
artık sahneye çıkmanın zamanıydı belki de. İnsanlar dinlemiyorsa o, dinleyecek birilerini
mutlaka bulacak kadar inatçıydı. İlk konserini, bahçedeki kümeste tavuklara verdi.
Tavuklar mutlu oluyor muydu bilinmez; ama Ahmet bu parasız konserleri uzunca bir
süre devam ettirdi. İlk gerçek sahnesi içinse dokuz yaşına kadar beklemek durumundaydı.
Dokuz yaşına geldiğinde babasının çalıştığı fabrikanın işçilerinin düzenlediği işçi
bayramı gecesinde kendini sahnede buldu. İşçiler Ahmet’i dinlemeyi, Ahmet kendini
dinleyen işçileri çok sevmişti o gün… Yüz binlerce insanın, işçinin hayatlarının
yeniden darmadağın olacağı ikinci darbeye üç yıl vardı. O gece ne oradaki işçiler
ne de Ahmet, çok yakın bir gelecekte işçi bayramını kutlamak şöyle dursun, işçi
kelimesini bile kullanamayacaklarını bilmiyorlardı.
Türkiye on binlerce üniversite öğrencisini, işçisini hapishanelerde çürümeye yollarken
1970 darbesine damgasını vuran olay, Amerikan emperyalizmine karşı duran henüz yirmili
yaşlarının ortasındaki üç sosyalist gencin, hiç kimseyi öldürmedikleri ve yaralamadıkları
halde, hızla yapılan bir yargılamanın ardından idam edilmeleri oldu. Ahmet on beş
yaşındaydı. Anadolu toprakları, verdiği nimetlerin karşılığını almaya devam ediyordu.
Bu toplumsal ve siyasal atmosfer eşliğinde bir kuşak daha büyüyor ve onların bilinci
şekilleniyordu. Bu kuşağın tanıklık edeceği ilk haksızlık da bu olmayacaktı.
Ahmet okula gidiyor ve geri kalan zamanlarında bir aile dostlarının kaset, plak
satan müzik dükkanında çalışıyordu. Bu dükkanda çalıştığı sıralarda, çok çeşitli
müzik türlerini tanıma imkanı buldu. Özellikle dükkana gelen, Ruhi Su kasetleri
alan ve bol paçalı pantolon giyen uzun saçlı gençler dikkatini çekmekteydi. Yıllar
sonra kendi hayatını anlatan bir belgeselde onlara o zamanlar “Sucular” dediğini
söyleyecekti. Ahmet’in Sucular dediği gençler, toplumsal duyarlılığı olan ve bütün
dünyada 68 kuşağı olarak anılan kuşağın Türkiye’deki yansımasından başka bir şey
değildi. Ahmet’in yazdığını hatırladığı ilk beste de o gençlerden biri olan, Volkswagen
marka bir minibüsle dolmuşçuluk yapan ve bir süre yanında muavin olarak çalıştığı,
çok sevdiği Başar Ağabey’i için yazılmıştır. Bir gün sokak ortasında aniden polis
tarafından tutuklanıp götürülen Başar’ın durumuna çok üzülen Ahmet, “Bir Volkswagen
alacağım, adını Başar koyacağım.” diye başlayan bestesiyle yüzlerce şarkılık bir
repertuvarın ilk adımlarını attığını bilmemektedir elbette.
Aile, babanın emekli olması ve alınan emekli maaşının geçinmeye yetemeyecek kadar
az olması nedeniyle Malatya’yı terk edip yeni bir iş ve çocuklar için daha iyi bir
gelecek umutlarıyla İstanbul’a göç etme kararı alır. Dönem, tüm Türkiye’de göç dönemidir.
Yüzlerce otobüs ve kamyon doğudan, batıdaki şehirlere ve özellikle de İstanbul’a
her gün umut taşımaktadır. Her gün binlerce küçük çocuk, tıpkı Ahmet’in o zaman
hissettiği büyük şehrin içlerine saldığı korkuyu ve bunun üzerlerine tüm ihtişamıyla
çöküşünün ezilmişliğini yaşamaktadır. Ahmet, ilk kez gördüğü denizi kocaman bir
dere sanmış, eşyalarının bulunduğu kolilerin üzerinde yazan “Malatya” yazısından
dolayı küçümsendikleri bir şehre geldiklerini daha ilk gün anlamış ve yine daha
ilk gün aynı dili konuştukları halde kendi konuşmasındaki aksan yüzünden “öteki”
olduğunu fark etmiştir. Bu “fark”lılık, emeklerinden başka kaybedecek şeyleri olmayanları
giderek yalnızlaştırmakta ve bu da çaresiz bir öfke mecrasına doğru birikmektedir.
Türkiye’nin batısı nüfus olarak kabardıkça toplum katmanları arasındaki uçurum büyümekte,
siyasî kutuplaşmalar uçlara gitmekte, ülke her yeni gün en batısından en doğusuna
daha fazla gerilmektedir. Üniversitelerden her gün yeni ölüm haberleri gelmekte,
gün be gün kötüye giden ekonomi ve işsizlik, sokaklara taşan kalabalıklar yaratmaktadır.
Ahmet, okulu bırakıp aile ekonomisine katkıda bulunmak için çalışmak zorundadır
artık. Sokağı artık başka bir gözle tanımaya ve başka türlü algılamaya başlamıştır.
Kızlı erkekli gezen İstanbul gençliğine çok özenir; ama onlar gibi giyinmenin kendisine
yakışmadığını hissedip çok üzülür. Ne doğduğu ve bildiği kültürü tamamen bırakabilir
ne de İstanbul’u Malatya yapabilir. Birçok vasıfsız işe girer çıkar o yıllarda.
Kısa süreli de olsa işportacılık, çeşitli iş yerlerinde çıraklık yapar; ama asla
bağlamasını bırakmaz. Müzikle yatıp müzikle kalkmaktadır. Ve tabii ki ülkenin içinde
bulunduğu durum, ruh halini nasıl etkiliyorsa müziğini de etkilemektedir.
Çalışmaya başlayıp okulu bırakması, Ahmet’e sokağı daha fazla tanıma şansı vermiş;
ama içinde bir yara daha açılmasına neden olmuştur. Konservatuvar okumak istemektedir;
ama artık bu çok olası görünmez. Umudunu diri tutabilmek için liseyi dışarıdan bitirmeye
karar verir. Ahmet’in iç depreminin en sarsıcı yıllarıdır bunlar. 70’li yılların
ikinci yarısına doğru gelişen toplumsal muhalefet, kanalize olacak hiçbir alan bulamamakta,
bu belirsiz iklim içinde en çok üşüyenlerden biri de tüm bunların farkında olarak
hayata o yaşın heyecanıyla bakan Ahmet olmaktadır. Ne olacağını bilememenin ötesinde,
yıllar sonra kendisinin de anlatacağı gibi besteler yapmakta; var olma, biraz para
kazanabilme çabasıyla umutsuzca sokaklarda gezmektedir. O günlerde, tamamen mutsuzlaştığı
ve umutsuzlaştığı bir gün yanından geçtiği ve hiç tanımadığı insanların bulunduğu
bir düğün salonuna girip kendini düğünde dans edenlerin arasına atarak delirmişçesine
ve ağlayarak dans ettiğini yıllarca hiç unutmayacak ve birçok sohbette anlatacaktır.
Öteki olmanın, ayrıksı durmanın, çaresizliğin ve tutunamamanın birleştirdiği gençler,
tüm idealizmleri ve hayatı değiştirme iddialarıyla her alanda örgütlenmeye başlamışlardır.
Tüm devrimci arkadaşları gibi Halk Bilimleri Derneği’ne gidip gelmeye ve oradaki
kültürel çalışmalara katılmaya başlar. Elbette orada da bağlaması elinden hiç eksik
olmamaktadır. Daha ilk günlerden garipsenir Ahmet’in bağlama çalışındaki fark. Kendi
başına öğrendiği için herhangi bir metoda ya da öğretiye uymamaktadır Ahmet’in çalış
biçimi. O dönem, hayranı olduğu Ruhi Su’nun Boğaziçi Üniversitesi’ndeki bir dinletisine
gider ve dinletiden sonra bir yolunu bulup “Usta”nın yanına ulaşmayı başarır. “Ruhi
Su besteleri”ni kendisinin nasıl yorumladığını göstermek istemektedir Ruhi Usta’ya.
Ruhi Usta’nın en bilinen eserlerinden “Mahsus mahal” isimli şarkıyı çalar. Usta,
şarkıyı yarıda kesip bağlamayı Ahmet’in elinden alır ve kızarak “Öyle at teper gibi
bağlama çalınmaz, kavga edilmez bağlamayla, bağlama ile meşk edilir.” der. Ahmet,
şaşkınlıkla oradan uzaklaşır; ama tabii ki bildiğini yapmaya devam edecektir. Ustanın
sözleri Ahmet’i daha da biler, o güne kadar pek denenmemiş şeylerin peşindedir hep.
Besteleri de bilinen hiçbir tarzın içine girmediğinden garipsenmektedir.
Halk Bilimleri Derneği’ndeki arkadaşlarıyla müzik ve halk oyunları gösterileri sunmak
amacıyla Türkiye’nin çeşitli yerlerine giderler. Bir yandan çeşitli dernek ve sendikaların
ya da öğrenci kuruluşlarının düzenlediği bu ‘Devrimci Geceler’de, dönemin âşıkları
ve sanatçıları ile birlikte sahneye çıkan Ahmet, bağlamasını öfkeyle çalıp devrimci
marşlar ve türküler söylemekte, diğer yandan tüm toplumsal duyarlılığı ile halkın
içinde, onların somut ve yaşamsal taleplerine yanıt olabilmek amacıyla onlarla dayanışmaktadır.
Van Depremi sonrası kamyonlarla eşyalar toplayıp depremzedelerin yanına giden devrimci
gençlerin içinde de bir gecekondu mahallesi oluşumundaki dayanışmada da Ahmet vardır.
1 Mayıs 1977’de Taksim Meydanı’ndaki işçi bayramı kutlamalarında, çevre binalardan
bugün bile hâlâ kimler tarafından açıldığı bilinmeyen otomatik silah ateşi altında
yanı başındaki arkadaşlarını yitirir Ahmet. Ayakkabısının kalan tekiyle oradan sağ
salim kurtulsa da arkadaş ölümlerine tanıklık etmenin ilk acısını, masum içerikli
bir afişi asarken gözaltına alınarak ‘içerde’ olmanın nasıl bir duygu olduğunu yaşamıştır
artık.
Muhalif ve öfkeli kalabalıklar, kendilerine bir ‘yarın’ kurabilme telaşı ve hazırlığı içindeyken liseyi dışarıdan bitirip Eğitim Enstitüsü’nün Keman bölümüne girdiği sıralarda bu ülkede her erkeğin hayata atılmadan önce yapması gereken bir görev vardır: Askerlik. 1977 yılının son aylarında, Ahmet yirmi yaşındayken keman eğitimini yarıda bırakarak on sekiz ay sonra dönmek üzere askere gider.
Askerliği Gelibolu’ya çıkar. Kısa sürede müziğe ilgisini ve kabiliyetini keşfeden komutanları onu orduevinin orkestrasında görmek isterler. Askerliğinin tamamını orkestranın joker elemanı olarak geçirir. Birçok müzik aletiyle kurduğu bağını burada geliştirir. Bağlamayla yaptığı müziğe kafasında kemanla kattığı batı motifleri, askerdeyken çello gibi daha klasik aletleri mecburiyetten çalmasıyla daha da gelişir.
Ahmet asker izinlerinde İstanbul'a geldiği zamanlarda Halk Bilimleri Derneği’nde Emine isimli bir kızla tanışır; çok geçmeden yakınlaşan ve kendilerini aynı saflarda hisseden iki genç 1978 yılı ortalarında nişanlanırlar.
Askerlik dönüşü daha saçları bile uzamadan hem Ahmet’in hayatının hem de Türkiye’nin üçüncü ve en büyük darbesi geliverir. 12 Eylül sabahı Türkiye, askerî marşlarla uyanır. Tüm kabine ve Cumhurbaşkanı, tutuklanarak hapse atılır ve sokaklarda bir sürek avı başlar. Ahmet’in birçok arkadaşı yakalanarak kimsenin bilmediği yerlere götürülür, gidenlerden haber alınamamaktadır. Askerlik öncesinde birkaç kez gözaltına alındığı ve Halk Bilimleri Derneği ile olan bağlantısı yüzünden kendisini de aynı akıbetin beklediğini düşünüp gergin günler yaşamaya başlar. Türkiye’nin üzerinden tank paletleri geçmektedir. Bugünkü tahminlere göre 600.000 kişi çeşitli nedenlerle tutuklanır, binlerce kişi işkencelerde hayatını yitirir, binlerce kişi kaçak yollardan yurtdışına kaçıp çeşitli ülkelere sığınır. Türkiye, kötü yönetilmenin cezasını, gencecik ömürleri tüketerek ödemektedir.
Ahmet tutuklanmaz; ama yapayalnız kalmıştır. Tüm arkadaşları, neredeyse tanıdığı herkes hapishanelerde ya da bilinmeyen bir yerlerdedir. 1981 yılı Ahmet’e bir başka büyük acıyı daha getirir. Nisan ayında hayatta en değer verdiği, o güne dek Ahmet’in müziğine gerçekten inanan tek insan olan babasını o yıl sonsuzluğa uğurlarlar. Ahmet kimseye görünmeden, babasının ona aldığı ilk bağlamayı eline alıp günlerce sokaklarda ağlar.
Emine ile Ahmet evlenmiş (1979), aylar geçtikçe darbenin içinde yaşamayı öğrenmişlerdir. Ahmet müzik yapıp içindekileri anlatmak, hapishanelerdeki dostlarına sesini ulaştırmak istemektedir; ama artık geçindirmek zorunda olduğu bir de evi vardır. Zira çok geçmeden 1982 yılı Ağustosu’nda çiftin bir kızları olur. Çiğdem koyarlar adını. Ahmet alır bağlamasını eline ve bir şarkı yazar; Çiğdem’e doğduğu dünyanın kötülüğüne ağlamamasını, geleceğe ilişkin umutları taze tutmak gerektiğini söyler şarkısında: “Ağlama bebeğim, ağlama sen de, umut sende, yarın sende… Çok uzakta öyle bir yer var; o yerlerde mutluluklar, paylaşılmaya hazır bir hayat var...”
Kısa bir süre sonra Ahmet’in albüm yapmak peşinde olması, evi geçindirecek parayı
kazanamaması, Emine’yi gelecek kaygısına sürükler. Bir gün hiç haber vermeden, o
sıralarda birkaç aylık olan bebek Çiğdem’i de alarak evi terk eder Emine ve boşanırlar.
Bir kez daha, bağlaması ve Ahmet yapayalnızdırlar.
1984’e gelindiğinde Ahmet ısrarla şarkıları cebinde, müzik şirketlerinin kapısını
aşındırmaktadır. Şarkılar da, Ahmet de yorulmuştur artık. Bilinen hiçbir türe benzememesi
ve toplumsal içeriği yüzünden korkulması nedeniyle hiçbir firma yanaşmaz Ahmet’in
albümünü yapmaya; ancak dipten derinden Ahmet’in adı ve şarkıları dillerde dolanmaya
başlamıştır. Birkaç arkadaşının yardımıyla Hodri Meydan Kültür Merkezi ve Bilsak’ta
dinleti düzenler ve afişlerinde de Ruhi Usta’nın kendine söylediği cümleye gönderme
yapar: “Bağlama Böyle de Çalınır!”
Bu dinletinin umulanın çok üzerinde ilgi görmesi üzerine, elde kalan küçük bir para,
arkadaşlarının ve annesinin de küçük katkılarıyla Ahmet yine Beyoğlu’nda, Sezer
Bağcan’ın Değişim Stüdyosu’nda alır soluğu. Albümünü kendi yapacaktır. Sezer Bağcan,
değişik şarkıları olan bu istekli genci çok sever ve başlarlar albüme. Şarkıları
o dönem için çok tehlikelidir. Öyle şarkıları yayımlamayı bırakın, dinlemek bile
suç olabilecek, hapishane kaçınılmaz son olacaktır; ama Ahmet şöyle der: “İş yok,
sokaklarda aç geziyoruz, terk edildim, bebeğim bana gösterilmiyor, tüm arkadaşlarım
da zaten içerde. Şarkılarımı söyler, arkadaşlarımın yanına giderim…” Ancak Ahmet
ileride kendisinin de itiraf edeceği gibi hapse girmek istemekte; ama orda çok durmak
istememektedir. Albümdeki onca eleştirel şarkının içine bir de Türk ordusunun Kurtuluş
savaşındaki kahramanlığını anlatan bir şarkı koyar… Kafalar karışacaktır!
Albüm kısa sürede ve zor şartlarda biter. Bitmiş bir albüm satmasa da fazla ticarî
bir risk getirmeyeceğinden bir firma bulması zor olmaz Ahmet’in. Çiğdem’e yazdığı
şarkının adı olan “Ağlama Bebeğim” adıyla yayımlanır albüm 1985 yılının Nisan ayında.
Hemen ardından İstanbul’un o günlerdeki en prestijli salonlarından biri olan Şan
Tiyatrosu’nda da tek başına bir konser verir ve salon hiç beklenmedik şekilde tıka
basa dolar.
“Ağlama Bebeğim” albümü yayımlanır yayımlanmaz toplatılır ve Ahmet gözaltına alınır.
İlk mahkemede hâkim, Ahmet’in “Ağlama Bebeğim” şarkısındaki “Çok uzakta öyle bir
yer var, o yerlerde mutluluklar” sözlerine takılmıştır. O güzel yerlerin nereler
olduğunu sorarlar Ahmet’e! Yargılama kısa sürer, belki de o kahramanlık şarkısının
kafa karıştırmasıyla ve Danıştay kararıyla albüm serbest bırakılır. Firma ve Ahmet,
albümün satışının serbest bırakıldığını gazeteye ilan vererek duyurur. “Ahmet Kaya’nın
yasaklanan “Ağlama Bebeğim” isimli albümü mahkeme kararıyla serbest bırakılmıştır.”
içeriğiyle çıkan ilan, albüme olan ilgiyi artırır. Hiç beklenmedik bir şekilde albüm
önce hapishanelerde, sonra sokakta inanılmaz bir ilgi görmeye başlar. Ahmet, albümüyle
yüz binlerce siyasî tutsağın ve onların ailelerinin sesi olmuştur.
Hapse 1980’de girenlerin bir kısmı yavaş yavaş hapisten çıkmaya başlamıştır. İkinci
albüm için yeniden Değişim Stüdyosu’na girilir. Değişim Stüdyosu’nun sahibi Sezer
Bağcan, ünlü sanatçı Selda Bağcan’ın ağabeyidir ve Selda da darbeden sonra çok kısa
bir süre Metris Askeri Cezaevi’nde yatmıştır. Selda hapisteyken oradaki kızlardan
biri ile çok yakın bir arkadaşlık kurar. İşte o kız; Gülten Hayaloğlu, dört yıl
yatıp hapisten çıkınca, dostu Selda Bağcan’ın ısrarı üzerine Değişim Stüdyosu’nda
çalışmaya başlar. Ahmet’in ikinci albümünün kayıtları sırasında Gülten ve Ahmet
stüdyoda uzun süre sohbet etme imkanı bulurlar, dünyaya karşı aynı duygularla dolu
iki gencin uzun sohbetleri kısa sürede su sızmaz bir arkadaşlığa dönüşür. Gülten,
Ahmet’in ilk albümünü onunla tanışmadan dinlemiş ve çok beğenmiştir zaten; ama birçok
kişi gibi o da Ahmet’in yüzünü bilmiyordur tanışana kadar. Çok geçmeden ikinci albüm
“Acılara Tutunmak” yayımlanır ve o sıralarda da Gülten’le aralarındaki dostluk aşka
dönüşür. İkinci albüm de hiç reklam yapılmadan dilden dile dolaşarak inanılmaz satış
rakamlarına ulaşır. Bu mutluluğu, sevdiği kadınla yaşayacaktır Ahmet.
Albümler satmakta; ama para kazanılamamaktadır. Birçok yerde konser vermeye başlar
Ahmet tek başına, bağlamasıyla. Birçok konserde gözaltına alınır, tutuklanır. Bu
sırada Gülten’le evlenmişlerdir. O günlerde Gülten hapishanede tanıdığı bir idam
mahkumunun, Nevzat Çelik’in annesine yazdığı şiiri Ahmet’in önüne koyar: “Şafak
Türküsü”. 1986 yılıdır ve hâlâ yüz binler hapishanelerde, haklarında karar bile
alınamamış, yıllardır mahkemelerinin bitmesini beklemektedir. Hapishane önleri ağlayan
anneler ve babalarla doludur. Üçüncü albüm, Ahmet’in bestelediği “Şafak Türküsü”
adıyla çıkar. Ahmet bir kez daha toplumun kanayan yarasını anlatmış, bir kez daha
sistemin yaramaz çocuğu olmuştur. Gözaltılar ve sorgular hiç bitmez; ama Ahmet artık
iyiden iyiye tanınan ve çok tartışılan bir isimdir. 1986 Şafak Türküsü’nün yılı
olurken, 1987 Gülten-Ahmet çiftinin kızları Melis’in dünyaya gelmesiyle Ahmet’in
ikinci babalığının da yılı olur. Ahmet, asıl Melis’te yaşayacağı baba olma duygusunun
heyecanıyla inanılmaz üretkendir ve yepyeni bestelere peş peşe imza atmaya başlar.
1987’de, gazetelerde “çok satanlar” listeleri de moda olmaya başlamıştır. Ahmet’in
o yıl çıkan “An Gelir” albümü, liste başına oturunca gerçek satışlar ve Ahmet’in
ne kadar çok dinlendiği resmî olarak da ispatlanmış olur. O güne dek herhangi bir
kategoriye sokulamayan Ahmet’in müziği belki de gazetelerin tür saptama gereği duymasından,
yeni bir tür ismi yaratır: Özgün Müzik. Ahmet, kendi kulvarını açmış ve onun müziğinin
adı konulmuştur artık.
Gülten’in şair bir ağabeyi vardır: Yusuf Hayaloğlu. Yusuf, Şişli’deki küçük atölyesinde
tasarım, yontu ve grafik işleri yapmaktadır. Ağabeyinin şiirlerini ve üretkenliğini
bilen Gülten, bu şiirlerle Ahmet’in müziğinin buluşmasından iyi bir sonuç çıkacağına
inanmakta, şarkı sözü yazmayı hiç düşünmeyen Yusuf’la Ahmet’i ortak üretimde buluşturmayı
çok istemektedir. Bir gün Tarabya sırtlarında hep birlikte yemekteyken bu konuda
sürekli direnen Yusuf, Ahmet’in önüne ilk şarkı sözü denemesini koyuverir: “Hani
Benim Gençliğim”. Yıllarca dillerden düşmeyecek, Türkiye’de bir fenomen olacak ve
ellerinden tüm sevdiği şeyler alınmış bir gençliği anlatan bu sözleri okur okumaz
Ahmet ağlamaya başlar. Gece eve döner dönmez bir çırpıda besteler sözleri. Takip
eden günlerde yine Yusuf’un birkaç şarkı sözünü de besteleyip kendi şarkılarının
yanına koyan Ahmet, 1987 yılının Kasım ayında “Yorgun Demokrat” adlı albümünü yapar.
Albüm yine defalarca yargılanır; ama yine liste başlarından inmez ve Ahmet’in başarısının,
sistemle uyuşmazlığının, muhalifliğinin geçici olmadığı kanıtlanır.
Ahmet üretmeye devam ederken işçilere, öğrencilere, Türkiye’nin her yerinde hak
ettikleri yaşam için mücadele ettiğine inandığı mağdurlara şarkılarıyla destek olmaya
gider; bir yandan konserler veriyorken, öte yandan ardı ardına albümler yapmaya
da devam eder. 1988’in Ağustosu’nda “Başkaldırıyorum” ve 1989 Nisanı’nda tek bağlamayla
verdiği konser kayıtlarından oluşan “Resitaller” albümünü piyasaya çıkarır. Her
iki albüm de bir kez daha dönemin en çok satan albümleri olurken özellikle “Resitaller”in
tek enstrüman ve iki mikrofonla kaydedilmiş bir albüm olarak listelerin başına yerleşip
uzun süre inmemesi de bir ilk olarak tarihe yazılacaktır.
1990 yılında ilk kez çok geniş bir alanda konser verme şansı bulan Ahmet’in Gülhane
Parkı’ndaki konserine 70.000 biletli, tahmini 150.000 kişi gelir. Konserde büyük
olaylar çıkar, polis havaya ateş açar ve seyircilerden çok sayıda yaralanan olur.
Ahmet, bir kez daha, bir seyircinin sahneye atlayıp boynuna doladığı fuların sarı-kırmızı-yeşil
renklerinin Kürt simgesi olması gerekçesi ile yargılanır.
Profesyonel anlamda müziğe başladığı yıllarda Ahmet’in bu kadar geniş kitleye ulaşabilmiş
olmasının diğer ilginç tarafı da o dönemde Türkiye’de hiçbir özel televizyonun bulunmayışı,
sadece devlet televizyonu ve radyosunun bulunmasıdır aslında. Yani Ahmet Kaya yasaklı
olduğu için işitsel ve görsel hiçbir medya organında duyulmuyor, görülmüyor, şarkıları
çalınmıyor, adı bile anılmıyordur. Konserlere ağırlık vermeye devam eder Ahmet.
Onu sadece bir resim olarak tanıyan hayranları da gittiği her yerde konser salonlarını
tıka basa doldurur.
Ahmet’i o yılların gazete kupürlerinde genellikle ya yargılanırken, ya konserlerinde
çıkan olaylar nedeniyle, ya üniversitelerdeki antidemokratik uygulamaları protesto
eden öğrencilerin eylemlerine destek olmak için açlık grevlerinde, ya grev yapan
işçilerin yanında ya da mahkum yakınlarına yaptığı yardımlar sırasında görebiliyoruz.
80’lerin sonuna doğru Türkiye birkaç yıl önce askerî izinler ve yönlendirmelerle
kurulan meclisiyle çok partili demokrasiye geri dönmüş olsa da, hâlâ hapishaneler
12 Eylül 1980 darbesiyle hapse girenlerle doludur ve ülke gerçek demokrasiden çok
uzaktır.
1982 yılında yapılan ve darbe anayasası olarak anılan anayasa yürürlüğe girse de,
akademisyenler, uygulayıcılar, siyasal partiler, dernekler, sendikalar, basın-yayın
organları tarafından şiddetle eleştirilmektedir.
Eylül’ün o ağır koşullarında başlayan ve hâlâ süren davalarda, mahkemeler idam cezaları,
müebbetler veriyor; sesleri kısılmaya çalışılan tüm bir kuşak karalanıyor, kötüleniyor,
iyi ve güzel olan her şeyden soyutlanmaya çalışılıyordu. Kendisini yeniden hayatın
içine sürmeye çalışan gençliğin, hayatı değiştirme ütopyası sürse de, onlar cezaevlerindeki
direnişleriyle umutlarını ayakta tutmaya çalışsalar da daha uzun yıllar boyunca
paylarına sadece acı düşecekti. Bu ülkeyi ve bu halkı kendimizden daha çok sevdik
diyen bu gençler düşlerinin cezasını çekiyorken Türkiye’nin ilk özel televizyonları
da o yıllarda kurulup yurtdışından Türkiye’ye yayın yapmaya başlarlar. Bundan sonra
Ahmet Kaya ilk kez televizyonlarda boy gösterecek ve halkla daha yakından tanışacaktır.
Onun muhalif dilini, haksızlıklar karşısında hiç korkmadan ağzına geleni söylemesini
daha yakından tanıma fırsatı bulan sevenleri ona daha fazla bağlansa da sistem,
bu gidişata engellerini doz arttırarak koymaya devam edecektir; çünkü düşsüz bırakılmış
bir kuşağın sesi olmuştur artık Ahmet. Tarihsel ve gündelik kaygıları bir arada
yaşayarak üreten Ahmet’in üretimi ne kadar yok sayılırsa, onu benimseyenler o kadar
çoğalır. Albümleri birçok ilde toplatılır, konserleri yasaklanır, hakkında onlarca
yıl istenen davalar açılır.
Özel televizyonların çoğalması Ahmet Kaya’ya kendini ilk ağızdan anlatma fırsatını
doğurduğu gibi, onun içindeki görsel sanat merakını da ortaya çıkarır. Eski şarkıları
da dahil birçok şarkısına kendi yönetmenliğinde video klipler çeker. Ahmet artık
Türkiye’nin en çok konuşulan, en popüler ve en çok satan birkaç sanatçısından biri
durumuna gelmiştir. Bir muhalif olarak bu durumu doğru değerlendirme gerekliliğinin
farkındadır Ahmet. Her adımında medya tarafından takip edilirken reytinginin yüksekliği
nedeniyle birçok televizyon programına sıkça çağırıldığında, her fırsatta toplumsal
mesajlarını verir. Doğru bildiklerini kendine has üslubuyla söylemeden duramaz.
Medya için çok istek alınan bir malzeme olmakla beraber, ağır eleştirileri ve muhalif
üslubuyla da yine medya tarafından hem çekinilen hem çok eleştirilen bir adam olur.
Bu yıllarda yurtdışı ve yurtiçi konserleriyle birlikte peş peşe, her biri satış
rekorları kıran albümler yapar. Sırasıyla: İyimser Bir Gül (1989 Kasım), Resitaller
2 (1990 Mayıs), Sevgi Duvarı (1990 Ekim), Başım Belada (1991 Ağustos), Dokunma Yanarsın
(1992 Temmuz), Tedirgin (1993 Nisan) albümlerini piyasaya çıkarır. Her bir albüm,
listelerde en üst sıraya yerleşirken Ahmet Kaya çeşitli kurumlar ve gazetelerden
onlarca ödül alır. Aynı yıllarda, her siyasi görüşten Ahmet Kaya taklitleri piyasaya
çıkmaya başlar. Piyasayı saran birçok albümün kapağında Ahmet Kaya gibi giyinmiş,
Ahmet Kaya gibi sakalı olan, Ahmet Kaya gibi duran sanatçılar vardır ve bunlar,
Ahmet Kaya müziğine benzetilmeye çalışılan şarkılar söylemektedirler. Öyle ki bunların
çoğunluğunda Ahmet Kaya’nın şivesinden kaynaklanan bazı kelimelerin farklı vurgusu
bile aynen Ahmet Kaya gibi söylenmiştir.
Ahmet’in dünya üzerinde en çok merak ettiği ülkelerden biri Küba’dır. 1993 yılında
eşi Gülten, kızları Melis ve bir grup arkadaşıyla Küba’ya, 1 Mayıs kutlamalarına
giderler. Küba’da birçok sanatçıyla ve hükümet görevlisiyle tanışır Ahmet. Dönüşte
Küba’nın ünlü Tropicana grubunun bir kısmını Türkiye’ye davet eder. Davet üzerine
Türkiye’ye gelen Tropicana’dan dokuz kişilik bir ekibi kendi evinde de misafir eder
Ahmet ve gelirinin tamamı Kübalı çocuklara kalmak üzere on altı konserlik bir turne
yaparlar.
Bu dönemde Ahmet Kaya, Bosnalı çocuklar için, Danimarkalı işçiler için yapılan konserlere
katılır. Avrupa’nın hemen her ülkesinde çeşitli yardım konserleri verir.
90’lar, Anadolu topraklarındaki bitmeyen kavgaların bir yenisinin iyiden iyiye alevlenmesiyle
başlar Türkiye’de: Kürt sorunu. Türkiye’nin doğu ve güneydoğu illerinde PKK ile
Türk ordusunun mücadelesi kısa zamanda etkisini tüm Türkiye’de gösteren bir iç savaşa
dönüşür. Türkiye’nin dört bir yanında her gün olaylı, gösterili cenazeler kaldırılır.
Anneler oğullarına ağlarken doğuda Kürt nüfusun çoğunlukta olduğu bölgelerden de
neredeyse her aileden birkaç kişi dağlara çıkıp savaşmaya başlamakta, yas hiç bitmemektedir.
“Kürt diye bir şey yok, Kürtçe diye bir dil yok.” denildikçe Kürt kökenli vatandaşlar
PKK saflarına geçmekte; PKK tarafından gelen saldırılar çoğaldıkça devlet, önlemlerini
sertleştirmektedir. Savaş ortamının gergin günleri ve sert önlemler sırasında medya,
Kürt sözcüğünü korkulacak bir sözcük haline getirir. Artık Kürt demek, PKK demekle
neredeyse özdeşleştirilir. Milyonlarca Kürt ve Türk binlerce yıldır dost olarak
yaşadıkları bu coğrafyada, birer yabancıdırlar artık. PKK saflarında hiç bulunmadan,
PKK ile hiçbir ilişkide olmadan Kürt dilinin ve kültürünün kabul edilmesi ve buna
saygı görmesi gerektiğini söyleyen birçok insan da vatan haini ilan edilmeye başlar.
Bunlardan biri de Ahmet Kaya’dır.
Medya’nın uzattığı hemen her mikrofonda, her konserinde, her televizyon programında
bu sorunu dile getirir Ahmet Kaya. Türkiye Cumhuriyeti’nin bölünmesini değil, daha
da birleşmesini istediğini ve tam demokratik bir Türkiye Cumhuriyeti’nde her ırktan
insanla kardeşçe yaşamak istediğini anlatmaktadır her seferinde; ancak devletin
bu ülkede Kürtlerin de yaşadığını kabul etmesi, Kürt dilini ve kültürünü tanıması,
doğudaki Kürt nüfusun yoğun olduğu yerlere daha iyi eğitim ve yaşam koşulları getirilmesinin
gerektiğini vurgular hep. Hiçbir zaman, hiçbir örgütü desteklemediğini, sanatın
örgütler üzeri olduğunu ve örgütlü sanat yapılamayacağını, sadece kendi doğrularını
söyleyip şarkılaştırdığını, en doğusundan en batısına kadar Türkiye’yi çok sevdiğini,
Türkiye’nin bölünmez bütünlüğünü savunduğunu, ancak “Kürt diye bir şey yok.” demenin
sorunu hiçbir şekilde çözmeyeceğini söyler durur. Ahmet “Kürt” dedikçe basında çıkan
Ahmet Kaya haberleri sertleşir.
1994’te çıkardığı “Şarkılarım Dağlara” albümü yayımlanır yayımlanmaz çok açık arayla
listelerin başına oturur. Albümden üç parçaya aralıklarla çekilen klipler tüm televizyonlarda
en çok istenen klipler olurlar (Saza niye gelmedin, Kum gibi, Ağladıkça). Bu albümde
hâlâ dillerden düşmemiş şarkılardan “Ağladıkça”nın söz yazarı ise eşi Gülten Kaya’dır.
Şarkılarım Dağlara, bugüne kadar resmî 2 milyon 800 bin satışla, kırılması çok zor
bir rekora ulaşmıştır. Türkiye’de bandrolsüz, yasadışı kaset ve CD üretiminin bandrollü
satıştan çok yüksek olduğu gerçeğinden yola çıkılırsa bu satışın aslında birkaç
kat daha fazla olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.
Albümün hemen ardından Kanal D ile bir program anlaşması yapar Ahmet Kaya. Gülten
Kaya ve Yusuf Hayaloğlu ile hazırladığı programın adı “Ahmet Abi’nin Vapuru” dur.
Bu programda konuk ettiği sanatçılarla şarkılar söyler ve ülke gündemini konuşur.
Programdaki kürsüsünü de sıklıkla barış, kardeşlik ve demokrasi çağrıları yapmak
için kullanır. Ülkenin dört bir yanından konuk ettiği sanatçılarla Türkiye’nin çok
kültürlülüğündeki zenginliği vurgular. On üç hafta süren bu programların her birinde,
ağırlıkla Yusuf Hayaloğlu’nun yazdığı ve kendisinin yönetip oynadığı şiir klipleri
çeker.
1995 yılında Türkiye, her cumartesi günü Beyoğlu’nda Galatasaray Lisesi’nin önünde
bir araya gelen ve kayıp çocuklarını aradıklarını söyleyen annelerle tanışır. Çok
geçmeden “Cumartesi Anneleri” adını alacak bu sivil inisiyatif, annelerin engellenmesi
ve gözaltına alınmalarıyla gündeme oturacaktır. Cumartesi Anneleri, çeşitli siyasi
gerekçelerle polis tarafından sorguya alınmış ve kendisinden bir daha haber alınamamış
çocuklarını arayan annelerden oluşmaktadır. Birçok şarkısında zaten anne kavramını
kutsamış olan Ahmet Kaya, Cumartesi Anneleri’nin safında yer alır ve o yıl, yani
95’te çıkardığı albüme ismini veren parçayı da Cumartesi Anneleri için yazar: “Beni
Bul (anne)”.
Bu başkaldıran sert adam ifadesinin altında hiçbir zaman asık bir surat taşımamıştır
Ahmet Kaya. Onu tüm tanıyanların çok eğlenceli, esprili, ilginç, hazır cevap ve
çok zeki olduğunu söylediklerini rahatlıkla ifade edebiliriz. O, aslında hep mahallenin
başıboş eşeğinin üzerinde düşmanları kovalayan çocuk olarak kalmıştır bir tarafıyla.
Konserlerden ve müzik çalışmalarından fırsat buldukça ailesi ve dostlarıyla geniş
sofralarda yemekler yemek, onlara yemek yapmak, sabaha kadar sohbet etmek, çeşitli
şakalar hazırlayıp onları tuzağa düşürmek en büyük keyiflerindendir. Kızı Melis’le
vakit geçirmeye, elektronik aletler alıp onların içini açarak incelemeye, kamerasıyla
kurguladığı sahneleri çekmeye bayılır. Para mefhumu pek gelişmemiştir. Kızı ve eşinin
geleceğini garantilemek dışında neredeyse hiçbir elle tutulur yatırım yapmaz. Birçok
turneden geri beş parasız döner. Organizatör parayı ödemez; ama onu bekleyen insanların
bir suçu olmadığı düşüncesiyle yine de çıkar konsere, ihtiyacı olduğunu düşündüğü
birilerine cebindeki tüm parayı verir, bazı konser gelirlerinin tamamını kendisine
eşlik eden müzisyenlere dağıtır. Bu tavrını da “Ben istediğim zaman zaten para kazanırım.”
diye açıklar.
’96 yılında ilk üç albümünden seçme şarkıları yeniden düzenleyerek ve albüme iki
de yeni parça koyarak hazırladığı “Yıldızlar ve Yakamoz” albümü, yine en çok satan
albüm koltuğuna oturur. Albümdeki yeni şarkılardan “Yakamoz” ve onun klibi bir kez
daha döneme damgasını vuracaktır.
Her yaptığı albüm olay olduğu gibi her söylediği de olay haline getirilir Ahmet
Kaya’nın. Kürt dili ve Kürt kültürüne yaptığı vurgular nedeniyle iyiden iyiye basının
hedefi haline gelen Ahmet, artık herhangi bir konuda söylediği herhangi bir cümle
ile de boy hedefi haline getirilmektedir. Türkiye’de eskiden köylerde berberlerin
diş çekmesi, sünnet yapması gibi alışkanlıklar olduğundan söylenegelen bir deyimi
Ahmet Kaya söyleyince basının yönlendirmesiyle Berberler Federasyonu ayaklanır.
Bir programda bir konuğun Tokatlı olduğunu söylemesi üzerine gülerek “Bak, Tokatlılar
tehlikeli adamlardır.” diye espri yapmasına Tokatlılar ayaklanır. Aynı dönemlerde
fazla milliyetçi bulduğu çeşitli sanatçılara da kendi üslubunca, nüktedan göndermeler
yapar.
Türkiye’de radikal İslam ve radikal sol görüş baştan beri zıt kutuplardır ve asla
adları bir arada anılmaz. Birbirlerine yaptıkları sert eleştiriler, birçok kez gündem
olmuştur ülkede. ’97 yılında İstanbul Belediye Başkanı, şu anda Başbakan olan Tayyip
Erdoğan’dır ve bir mitingde okuduğu şiir yüzünden yargılanarak 9 ay hapse mahkum
edilir. Bu mahkumiyet üzerine İslamcıların yoğun protestosu sürerken sol kesimden
kimse sesini çıkartmaz. Ahmet Kaya’ya mikrofon uzatılır ve Ahmet Kaya “Demokrasi
hepimiz içindir. Düşünce özgürlüğünün benim için ne kadar var olması gerekiyorsa,
Tayyip Bey için de o kadar olması gerekir. Kimse okuduğu bir şiir yüzünden özgürlüğünden
alıkonulmamalıdır!” deyince Ahmet Kaya bu kez sol kesimin yoğun tepkisiyle karşı
karşıya kalır. Aynı zamanlarda üniversitelere başörtüleriyle girmek isteyen ve alınmayan
İslamcı öğrencilerin eylemlerine de aynı demokrasi tanımıyla “Ben takım elbise giyebiliyorsam
o da başörtüsü takabilmelidir.” diyerek destek olunca gazetelerin köşe yazılarında
demokrasi ve özgürlük kavramlarıyla ilgili derin bir tartışma başlar. Bunun üzerine
Ahmet Kaya “Beni sağcılar sevmez, beni solcular sevmez, beni İslamcılar sevmez,
peki kardeşim kim bu benim albümlerimi alan milyonlarca insan, kim bu konserlerime
gelen on binler?” diyerek halktan kopuk siyaset üreten köşe yazarlarını ve sanatçıları
eleştirir.
Gülten ve Ahmet çifti, Ahmet’in çalışmalarını daha özgür ve rahat yapabilmesi ve
yeni yetişen genç, kabiliyetli müzisyenlere albümler yapabilmek için bir stüdyo
ve bir yapım firması açmaya karar verirler. GAK (Gülten Ahmet Kaya) ismini verdikleri
bir müzik yapım firması ve aynı isimle bir de stüdyo kurarlar. Bu stüdyoda yıllardır
Ahmet Kaya’nın asistanlığını yapmakta olan Çetin Oraner ve beş konservatuvar öğrencisinden
kurulu Kent Ozanları adlı gruba albümler yapılır, onların klipleri Ahmet Kaya yönetmenliğinde
çekilirken Ahmet Kaya da ’98 Mart’ında ilk kez kendi stüdyosunda kayıtlarını yaptığı
“Dosta Düşmana Karşı” albümünü bitirir.
“Dosta Düşmana Karşı” da en çok satan albümler sıralamalarında birinciliği çok geçmeden
alır. Albümden “Giderim” ve “Korkarım” isimli parçalara çekilen klipler o yıl uzunca
bir süre en çok istenen ve yayımlanan klipler olur. Ahmet, birçok şarkısını tamamladığı
son bir albümden sonra birkaç yıl için müzik çalışmalarını ağırlaştırıp artık kafasında
yıllardır kurduğu ve senaryosunu yazmaya çalıştığı “Mülteci” isimli filmi çekmek
istemektedir. Hatta sinema ve tiyatro sanatçısı dostlarıyla bir araya geldikçe rol
paylaştırmaya bile başlamış, filmi için uygun mekânlar aramaktadır.
Ahmet Kaya’nın sanat hayatı boyunca aldığı ödülün net sayısını bilemiyoruz; ancak
birçok kez çeşitli kurumlar, televizyonlar, gazeteler, dergiler tarafından halk
oylamalarıyla yılın sanatçısı seçildi. Birçok yardım kuruluşu ve demokratik kitle
örgütlerinden onur ödülleri aldı. Neredeyse her albüm sonrası olduğu gibi ’98 yılında
da bu kez Magazin Gazetecileri Derneği’nin halk oylarıyla belirlediği “Yılın Sanatçısı”
Ahmet Kaya olmuştu.
10 Şubat 1999 gecesi Türkiye’nin en ünlü sanatçılarının ve simalarının bulunduğu
bir salonda yapılıyordu ödül töreni ve Show TV’den canlı yayımlanıyordu tüm Türkiye’ye.
Herkes sırasıyla çıkıp ödülünü alıyordu sahnede. Sıra Ahmet Kaya’ya geldi, yılın
sanatçısıydı Ahmet Kaya. Bir kez daha sahneye alkışlarla çıktı, ödülünü aldı ve
“Giderim” isimli şarkısını söylemek için mikrofonu eline alıp şu konuşmayı yaptı: